28 Kasım 2010 Pazar

Frankie and Johnny - 1

Çocukluğumdan beri kendi kendime konuşmaya, tartışmaya bayılırdım. Etrafımda yaşanan en küçük bir olayı bile oturur bütün gece kendimle beraber konuşurdum. Olup bitenlerin hayatımı nasıl etkilediğini, başkalarının hatalarını, başkalarından duyduklarımı… hepsini bir tasa koyar kafaya dikerdim, sonrasında da kendimle tartışır bir sonuca varmaya çalışırdım. Eğer kötü bir sonuç çıkarsa ortaya bunu iyice irdeler büyüdüğümde karşıma çıkmaması için neler yapmam gerekir onu düşünürdüm… küçük tombik kızın küçük tombik düşünceleri..

yıllar boyu kendimle yaptığım bütün konuşmalar hayatımın korunma mekanizması oldu. Her türlü yenilgiyle nasıl başa çıkmam gerektiğini, karşındaki seni üzmek istediğinde ona bunu nasıl sezdirmeyeceğini, dokunsalar ağlayacağın anlarda ne yapıpta hiçbir şey olmamış gibi davranabileceğini, her şeye rağmen nasıl ayakta durabileceğini…

Hep annemi izledim mesela.. o hep güçlüydü. Hep gülerdi, hep iyiydi. Herkes onu severdi..

sonra… yıllar geçti. Vücudum gelişmeye başladı. Boyum uzadı. Saçlarım uzadı, kestim.. sonra bir daha uzadı… içimdeki ben dışımdakine oranla daha hızlı büyümeye başladı. Durduramadım, büyüdü. Ve ben bunu fark ettiğimde her şey için çok geçti.

Kendimi olduğumdan yüksekte gördüm hep.
Hep “büyüklerin gözü”nden bakmaya çalıştım olaylara. En büyük hatam bu oldu galiba.

En güzel gülücüklerim hep bir karşılık buldu. En saçma sözlerim en tatlılarıyla anlamlandı. Çocuktum, büyüktüm, sarıydım, tombiktim, yalnızdım, herkesle arkadaştım. Düşmek benim için yalnızca okulda beyaz çoraplarımı yırtmaktan ibaretti.

Ve bir gün düştüm. İncecik ama çok lezzetli bir ipin üzerindeyken…